İyilerhep iyilik yapar, kötüler de hep kötülük yapar. İyiler masalın sonunda mutlaka kazanır, kötüler de her zaman kaybeder. Amaç: Masalda eğiticilik esastır. Aslında yerin, kişilerin ve zamanın hayalî olması da bundandır. Kimse rencide edilmeden insanlara ders verilir. 10. Sınıf Dil ve Anlatım Soruları 5; 10. Sınıf Dil ve Anlatım Soruları 6 (45 soru) 10. Sınıf Türk Edebiyatı Ders Notu; 10. Sınıf Türk Edebiyatı Soruları; 11. Sınıf Dil ve Anlatım 2. Dönem Test Soruları; 11. Sınıf Dil ve Anlatım Dersi 1. Dönem Test Soruları; 11. sınıf Türk Edebiyatı 2. Dönem Test Soruları 15 Ömer Seyfettin’in 2(iki)hikayesinin okunup yapı, tema, dil ve anlatım unsurlarının incelenmesi. 16)Batı edebiyatındaki edebi akımlar hakkında bir sunum hazırlama. 11. SINIFLAR DİL VE ANLATIM DERSİ PERFORMANS VE PROJE KONULARI 1)Bir mektup, bir dilekçe, bir resmi mektup, bir iş mektubu, bir tavsiye mektubu yazılacaktır. 5. Ünlem ve seslenmelerde anlatımı pekiştirmek için konur: Gölgeler yaklaştılar. Bir adım kalınca onu kıyafetinden tanıdılar: — Koca Ali Koca Ali, be!.. (Ömer Seyfettin) UYARI: Ünlem ve soru işaretinden sonra üç nokta yerine iki nokta konulması yeterlidir: Gök ekini biçer gibi!.. Başaklar daha dolmadan. (Tarık Buğra) Bu yazımızda usta öykücü Ömer Seyfettin'in Kaşağı hikayesinin konusunu, özetini, temasını, kişiler ve özelliklerini, yer ve zaman unsurlarını, ana fikrini kısacası incelemesini bulabilirsiniz KAŞAĞI-ÖMER SEYFETTİN. Konusu: Kardeşine iftira atıp, onun ölümünden sonra vicdan azabıyla yanıp tutuşan bir çocuğun ÖZETÖmer Seyfettin (1884-1920), Türk edebiyatının en önemli hikâye yazarlarındandır. O, yazdığı kısa hikâyeleri, şiir, mensur şiir ve tercümeleriyle tanınmıştır. Hikâyelerini sade dil için bir uygulama alanı olarak gördü ve tanımladığı sade Türkçe ile eserler yazdı. Beyaz Lale adlı hikâye, Balkan Savaşları ZnlF. Bu yazımızda usta öykücü Ömer Seyfettin'in Kaşağı hikayesinin konusunu, özetini, temasını, kişiler ve özelliklerini, yer ve zaman unsurlarını, ana fikrini kısacası incelemesini bulabilirsiniz... KAŞAĞI-ÖMER SEYFETTİN Konusu Kardeşine iftira atıp, onun ölümünden sonra vicdan azabıyla yanıp tutuşan bir çocuğun dramı anlatılmaktadır. ÖZETİ İki kardeş, Hasan ve kahraman anlatıcı, bir çiftlik olasılıkla Gönen yakın­larındaki Karalar Çiftliği'nde evinde ailesiyle birlikte yaşar. Baba son derece otoriter bir adam, anne ise aralıklarla İstanbul'a özellikle yaz aylarında giden biridir... Çiftlikte seyislik görevini sürdüren Dadaruh aynı zamanda çocukların dostu ve gün boyunca çocuklarla bir arada olan yaşlı bir adamdır. Bir de evde hizmetçilik görevini gören Pervin adında bir kız vardır. İki kardeş, her defasında seyisleri Dadaruh tarafından atların tımar edilmesini keyifle seyrederler. Anlatıcı kaşağıyı alıp atları tımar etmek istese de daha küçük olduğu için Dadaruh buna izin vermez. Kahraman anlatıcı bir gün kimsenin olmadığı bir vakitte o çok keyif aldığı tımar işini yapmak için ahıra girer. Kaşağıyı arar bulamaz, bulamadığı kaşağıyı Dadaruh’un odasında arar, orada da bulamaz. Odadaki sandık gözüne çarpar, onu açar ve annesinin İstanbul’dan gönderdiği “fakfon kaşağıyı” bulur. Kaşağı ile atların tımarını gerçekleştirmeye çalışır, ne var ki kaşağının dişleri çok sivri olduğu için atlar rahat durmaz. Kaşağının dişlerini duvara sürterek dişlerini köreltmeye çalışır; ancak sonuç yine olumsuzdur. Tam bu noktada çocuk, büyük bir öfkeyle kaşağıyı taşla kırıp yalağa atar. Babası yalakta kırılmış kaşağıyı görünce çok sinirlenir ve suçluyu arar, kahraman anlatıcı kardeşi Hasan’a iftira atarak kaşağıyı onun kırdığını söyler. Hasan babası tarafından ahıra girmemeyle cezalandırılır. Hasan eve hapsedilir. Annesi geldikten sonra da bağışlanmaz. Büyük oğlunun kardeşine iftira atabileceğine hiç ihtimal vermez. Ertesi yıl anne, yazın yine İstanbul'a gider. Hasan'a ahır hâlâ yasaktır. Bir gün birdenbire hastalanır Hasan. Doktor "Kuşpalazı" der. Babası yatağın başucundan hiç ayrılmaz. Hizmetçi, anlatıcıya kardeşinin öleceğini söyler ve çocuk ağlamaya başlar. Gece uyuyamaz, uykuya dalar dalmaz Hasan'ın hayali gözünün önüne gelir "İftiracı! İftiracı!" diye karşısında ağlar. Pervin'i uyandırır. Hasan'ın yanına gitmek istediğini ve babasına bir şey söylemek istediğini söyler. Yarın söylersin, der. Sabaha kadar gene gözlerini kapayamaz. Hava henüz ağarırken Pervin'i uyandırır. Ama zavallı suçsuz kardeşi, o gece ölmüştür... Kaşağı hikayesi özeti, konusu, kişiler, yer ve zaman, çatışması, ana fikri, incelemesi ANA FİKİR Basit yalanlar bile sonunda pişman olunabilecek sorunlara yol açar... ŞAHISLAR VE ÖZELLİKLERİ KAHRAMAN ANLATICI Atları çok seven ve otoriter babasından çok korkan bir çocuktur. Hasan'ın abisidir. Masum kardeşine attığı iftira büyük bir pişmanlık ve vicdan azabı duymasına sebep olur. Hikayedeki olaylar onun ağzından anlatılmıştır. Hasan Son derece masum ve iftiraya uğrayan küçük kardeştir. O da babasından çok korkar ve atları çok sever. Geçirdiği hastalık ölümüne sebep olur. Dadaruh Evin seyisi olan yaşlı bir adamdır. Tüm günü çiftlik işleriyle geçer. İki çocuğu da çok sever. Pervin Evin hizmetçisidir. Çok yumuşak kalplidir ve her şeyi açıkça söyler. Bir o kadar da duygusaldır. Baba Çocuklarının üzerinde büyük bir otorite sahibidir. Çocukları onu çok sever ama ondan çok korkarlar. Anne Çocuklarıyla çok sık vakit geçirmese de onlara güvenen bir kadındır. Büyük oğlunun kardeşine iftira atacağı aklının ucundan bile geçmez. MEKAN Hikayedeki olaylar çiftlik evinde ve ahırda geçmektedir. ZAMAN Hikaye geniş bir zaman diliminde geçmektedir. "O vakit, bir gün, ertesi sene, her sabah" gibi zaman ifadeleri geçmektedir. DİL VE ANLATIM Hikaye sade, yalın, akıcı bir dille yazılmıştır. Öykünün samimi ve yalın anlatımı, hikayenin ahlaki ve eğitici temasını vicdan azabı da desteklemiştir. Öyküde gereksiz ayrıntılardan kaçınılmış, kısa diyalog tekniği kullanılmıştır. Yazarın sıcak, samimi üslubu hikayenin çarpıcılığını artırmıştır. Olaylar kahraman anlatıcının bakış açısıyla aktarılmıştır. 1. tekil şahsın ağzından anlatım vardır. inceledi YAZAR HAKKINDA ÖMER SEYFETTİN HAKKINDA MADDELER HALİNDE BİLGİ İÇİN TIKLAYINIZ... Bu yazımızda Ömer Seyfettin'in Forsa ve incelemesi yer alıyor. Edebiyatımızda klasik vak'a hikayeciliğinin öncü ismi Ömer Seyfettin konularını Osmanlı tarihinden, askerlik ve çocukluk anılarından alan pek çok hikayesinde milli ve manevi değerleri işlemiştir. Forsa / Ömer Seyfettin Akdeniz’in, kahramanlık yuvası sonsuz ufuklarına bakan küçük tepe, minimini bir çiçek ormanı gibiydi. İnce uzun dallı badem ağaçlarının alaca gölgeleri sahile inen keçi yoluna düşüyor, ilkbaharın tatlı rüzgarıyla sarhoş olan martılar, çılgın bağrışlarıyla havayı çınlatıyordu. Badem bahçesinin yanı geniş bir bağdı. Beyaz taşlardan yapılmış kısa bir duvarın ötesindeki harabe vadiye kadar iniyordu. Bağın ortasındaki yıkık kulübenin kapısız girişinden bir ihtiyar çıktı. Saçı sakalı bembeyazdı. Kamburunu düzeltmek istiyormuş gibi gerindi. Elleri, ayakları titriyordu. Gök kadar boş, gök kadar sakin duran denize baktı, baktı. – Hayırdır inşallah! dedi. Duvarın dibindeki taş yığınlarına çöktü. Başını ellerinin arasına aldı. Sırtında yırtık bir çuval vardı. Çıplak ayakları topraktan yoğrulmuş gibiydi. Zayıf kolları kirli tunç rengindeydi. Yine başını kaldırdı. Gökle denizin birleştiği dumandan çizgiye dikkatle baktı, Ama görünürde bir şey yoktu. Bu, her gece uykusunda onu kurtarmak için birçok geminin pupa yelken geldiğini gören zavallı eski bir Türk forsasıydı. Tutsak olalı kırk yılı geçmişti. Otuz yaşında, dinç, levent, güçlü bir kahramanken Malta korsanlarının eline düşmüştü. Yirmi yıl onların kadırgalarında kürek çekti. Yirmi yıl iki zincirle iki ayağından rutubetli bir geminin dibine bağlanmış yaşadı. Yirmi yılın yazları, kışları, rüzgârları, fırtınaları, güneşleri onun granit vücudunu eritemedi. Zincirleri küflendi, çürüdü, kırıldı. Yirmi yıl içinde birkaç kez halkalarını, çivilerini değiştirdiler. Ama onun çelikten daha sert kaslı bacaklarına bir şey olmadı. Yalnız aptes alamadığı için. üzülüyordu. Hep güneşin doğduğu yanı sol ilerisine alır, gözlerini kıbleye çevirir, beş vakit namazı gizli işaretle yerine getirirdi. Elli yaşına gelince, korsanlar onu, “Artık iyi kürek çekemez!” diye bir adada satmışlardı. Efendisi bir çiftçiydi. On yıl kuru ekmekle onun yanında çalıştı. Tanrıya şükrediyordu. Çünkü artık bacaklarından mıhlı değildi. Abdest alabiliyor, tam kıblenin karşısına geçiyor, unutmadığı âyetlerle namaz kılıyor, dua edebiliyordu. Bütün umudu, doğduğu yere, Edremit’e kavuşmaktı. Otuz yıl içinde bir an bile umudunu kesmedi. “Öldükten sonra dirileceğime nasıl inanıyorsam, öyle inanıyorum, elli yıl tutsaklıktan sonra da ülkeme kavuşacağıma öyle inanıyorum!” derdi. En ünlü, en tanınmış Türk gemicilerdendi. Daha yirmi yaşındayken, Tarık Boğazı’nı geçmiş, poyraza doğru haftalarca, aylarca, kenar kıyı görmeden gitmiş, rast geldiği ıssız adalardan vergiler almış, irili ufaklı donanmaları tek başına hafif gemisiyle yenmişti. O zamanlar Türkeli’nde nâmı dillere destandı. Padişah bile onu, saraya çağırtmıştı. Serüvenlerini dinlemişti. Çünkü o, Hızır Aleyhisselâm’ın gittiği diyarları dolaşmıştı. Öyle denizlere gitmişti ki, üzerinde dağlardan, adalardan büyük buz parçaları yüzüyordu. Oraları tümüyle başka bir dünyaydı. Altı ay gündüz, altı ay gece olurdu! Karısını, işte bu, yılı bir büyük günle bir büyük geceden oluşan başka dünyadan almıştı. Gemisi altın, gümüş, inci, elmas, tutsak dolu vatana dönerken deniz ortasında evlenmiş, oğlu Turgut, Çanakkale’yi geçerken doğmuştu. Şimdi kırk beş yaşında olmalıydı. Acaba yaşıyor muydu? Hayalini unuttuğu, karlardan beyaz karısı acaba sağ mıydı? Kırk yıldır, yalnız taht yerinin, İstanbul’un minareleri, ufku, hayalinden hiç silinmemişti. “Bir gemim olsa gözümü kapar, Kabataş’ın önüne demir atarım” diye düşünürdü. Altmış yaşını geçtikten sonra efendisi, onu sözde özgür kıldı. Bu özgür kılmak değil, sokağa, perişanlığa atmaktı, Yaşlı tutsak bu bakımsız bağın içindeki yıkık kulübeyi buldu. İçine girdi. Kimse bir şey demedi. Ara sıra kasabaya iniyor, yaşlılığına acıyanların verdiği ekmek paralarını toplayıp dönüyordu. On yıl daha geçti. Artık hiç gücü kalmamıştı. Hem bağ sahibi de artık onu istemiyordu. Nereye gidecekti? Ama işte, eskiden beri gördüğü rüyaları yine görmeye başlamıştı. Kırk yıllık bir rüya… Türklerin, Türk gemilerinin gelişi…Gözlerini kurumuş elleriyle iyice ovdu. Denizin gökle birleştiği yere baktı. Evet, geleceklerdi, kesindi bu, buna öylesine inanıyordu ki… – Kırk yıl görülen bir rüya yalan olamaz! diyordu. Kulübe duvarının dibine uzandı. Yavaş yavaş gözlerini kapadı. İlkbahar bir umut tufanı gibi her yanı parlatıyordu. Martıların, “Geliyorlar, geliyorlar, seni kurtarmaya geliyorlar!” gibi işittiği tatlı seslerini dinleye dinleye daldı. Duvar taşlarının arkasından çıkan kertenkeleler üzerinde geziniyorlar, çuvaldan giysinin içine kaçıyorlardı, gür, beyaz sakalının üstünde oynaşıyorlardı. Yaşlı tutsak rüyasında, ağır bir Türk donanmasının limana girdiğini görüyordu. Kasabaya giden yola birkaç bölük asker çıkarmışlardı. Al bayrağı uzaktan tanıdı. Yatağanlar, kalkanlar güneşin yansımasıyla parlıyordu. Bizimkiler! Bizimkiler! diye bağırarak uyandı. Doğruldu. Üstündeki kertenkeleler kaçıştılar. Limana baktı. Gerçekten, kalenin karşısında bir donanma gelmişti. Kadırgaların, yelkenlerin, küreklerin biçimine dikkat etti. Sarardı. Gözlerini açtı. Yüreği hızla çarpmaya başladı. Ellerini göğsüne koydu. Bunlar Türk gemileriydi. Kıyıya yanaşıyorlardı. Gözlerine inanamadı. “Acaba rüyada mıyım?” kuşkusuna kapıldı. Uyanıkken rüya görülür müydü? İyice inanabilmek amacıyla elini ısırdı. Yerden sivri bir taş parçası aldı. Alnına vurdu. Evet, işte hissediyordu. Uyanıktı. Gördüğü rüya değildi. O uyurken, donanma burnun arkasından birdenbire çıkıvermiş olacaktı. Sevinçten, şaşkınlıktan dizlerinin bağı çözüldü. Hemen çöktü. Karaya çıkan bölükler, ellerinde al bayraklar, kaleye doğru ilerliyorlardı. Kırk yıllık bir beklemenin son çabasıyla davrandı. Birden kemikleri çatırdadı. Badem ağaçlarının çiçekli gölgeleriyle örtülen yoldan yürüdü. Kıyıya doğru koştu, koştu. Karaya çıkan askerler, ak sakallı bir ihtiyarın kendilerine doğru koştuğuna görünce – Dur! diye bağırdılar. İhtiyar durmadı, bağırdı – Ben Türküm, oğullar, ben Türküm. – … Askerler onun yaklaşmasını beklediler. İhtiyar, Türklerin yanına yaklaşınca önüne ilk geleni tutup öpmeye başladı. Gözlerinden yaşlar akıyordu. Haline bakanlar üzülmüşlerdi. Biraz heyecanı dinince sordular – Kaç yıldır tutsaksın? – Kırk! – Nerelisin? – Edremitli. – Adın ne? – Kara Memiş. – Kaptan mıydın? – Evet… İhtiyarın çevresindeki askerler birbirine karıştı. Bir çığlıktır koptu. “Bey’e haber verin!… Bey’e haber verin!” diye bağrışıyorlardı. İhtiyarın kollarına girdiler. Kuş gibi deniz kenarına uçurdular. Bir sandala koydular. Büyük bir kadırgaya çıkardılar. Askerin içinde onun kahramanlık serüvenlerini bilmeyen, ününü duymayan yoktu. Biraz güvertede durdu. Sevinçten şaşırmış, aptallaşmıştı. Ayağına bir çakşır geçirdiler. Sırtına bir kaftan attılar. Başına bir kavuk koydular. – Haydi, Bey’in yanına! dediler. Onu kadırgaya getiren askerlerle birlikte büyük geminin kıçına doğru yürüdü. Kara palabıyıklı, sırmalı giysisinin üzerine demir, çelik zırhlar giymiş iri bir adamın karşısında durdu. – Sen kaptan Kara Memiş misin? – Evet! dedi. – Hızır Aleyhisselam’ın geçtiği yerlerden geçen sen misin? – Benim. – Doğru mu söylüyorsun? – Niye yalan söyleyeceğim? – Aç bakayım sağ kolunu. İhtiyar, kaftanın altından kolunu çıkardı. Sıvadı. Bey’e uzattı. Pazısında haç biçiminde derin bir yara izi vardı. Bu yarayı, gecesi altı ay süren bir adadan karısını kaçırırken almıştı. Bey, ellerine sarıldı. Öpmeye başladı. – Ben senin oğlunum! dedi. – Turgut musun? – Evet… İhtiyar tutsak sevincinden bayılmıştı. Kendine gelince oğlu, ona – Ben karaya cenk için çıkıyorum. Sen gemide rahat kal, dedi. Eski kahraman kabul etmedi – Hayır. Ben de sizinle cenge çıkacağım. – Çok yaşlısın baba. – Ama yüreğim güçlüdür. – Rahat et! Bizi seyret! – Kırk yıldır dövüşü özledim. Oğlu, babasının ellerine varıp; vatanını, sevdiklerini göremeden seni tekrar kaybetmeyelim baba diye yalvararak, öptü. İhtiyar, kafasını kaldırdı, göğsünü kabarttı, daha bir gençleşmiş gibiydi. Bayrağı işaret ederek – Şehit olursam bunu üzerime örtün! Vatan al bayrağın dalgalandığı yer değil midir? FORSA HİKAYESİNİN İNCELEMESİ Konusu Esaret altında yaşayan yaşlı bir Osmanlı gemicisinin yıllar sonra özgürlüğüne kavuşması. Teması Umut, inanç, hürriyet Özeti Yaşlı bir Osmanlı gemicisi düşmanlara esir düşer. Esareti boyunca umudunu hiç kaybetmez. Hep, bir gün Osmanlı gemilerinin gelip kendisini kurtaracağını ümit eder. Esaretinin son günlerinde iyice yaşlandığı için onu yalnız bir adaya bırakırlar. Bir gün ufukta Osmanlı gemilerinin adaya yaklaştığını görür. Üstelik gelen geminin kaptanı kendi öz oğludur. Olay Örgüsü Kara Memiş adındaki tutsak bir ihtiyar adamın denize doğru yönelmesi ve sakin denize bakması İhtiyarın tanıtılması, neden esir olduğu ve geçmişte yaşadıkları İhtiyar adamın rüya görmesi ve Türk donanmasının adaya gelişi Forsa olan ihtiyarın rüya ile gerçek arasında bocalaması ve askerlere doğru koşması İhtiyarın Türk askerleriyle buluşması ve kendini tanıtması Askerlerin ihtiyarı kaptanın yanına götürmeleri Kaptanın yaşlı adamın babası olduğunu öğrenmesi İhtiyar tutsağın bayılması Yaşlı adamın askerlerle savaşa katılmak istemesi tarafından hazırlandı YAPI UNSURLARI Forsa adlı hikayede olayları birbirine bağlayan unsurlar hikayenin de yapısını oluşturan kişiler, zaman ve mekandır. Kişiler, Zaman ve Mekan Hikayedeki Kara Memiş,Turgut, korsanlar, efendi, bağcı,Türk askerleri kişileri; otuz sene, kırk sene, altmış yaşında gibi yuvarlak ifadeler zamanı; korsan gemisi, ada ve Türk gemisi de olayların geçtiği mekanları göstermektedir. Forsa adlı hikayede anlatılanların gerçek hayatta aynen yaşanması mümkün metinde anlatılanlar ’kurmaca gerçeklik’’tir. Doğal gerçeklik olarak düşünülse bile aynı olay örgüsüyle kişilerle, zaman ve mekanlarıyla anlatılanların aynen yaşanması mümkün değildir. ’’İnsana özgü gerçeklik’’ söz grubu,insana ait her şeyi,onun hayal,tasarı,izlenim ve düşüncelerini de içine alarak ifade eden gerçekliği ortaya koymaktadır. Kişiler ve Özellikleri Hikayenin Kahramanı Kara Memiş Mekan ve Özellikleri Forsa adlı hikayedeki mekanlar ve özellikleri şu şekildedir; Korsan Kadırgaları Kara Memiş’in kürek mahkumu olduğu mekan. Akdeniz kıyısındaki ada Kara Memiş’in esir olarak satıldığı ve ömrünün geri kalanını geçirdiği mekan. Kulübe Kara Memiş’in özgürlüğüne kavuştuktan sonra yaşadığı mekan. Kasaba Kara Memiş’in acıktığında gittiği ada kasabası. Büyük Türk Kadırgası Kara Memiş’in oğlu Turgut’la karşılaştığı mekan. Forsa hikâyesini farklı bir mekânda yeniden kurgularsak hikâye aynı etkiyi göstermez. Çünkü metindeki kişiler ve mekanlar bir bütünlük oluşturacak şekilde kurgulanmıştır. Farklı mekanlar bu bütünlüğü bozacağı için hikaye aynı anlam bütünlüğüne ve etkiye sahip olmaz. Zaman Forsa adlı hikayedeki zaman ifadelesi olarak şu şekilde örnek verebiliriz *Bu ’her gece’’ uykusunda kendisini kurtarmak için birçok gemilerin pupa yelken gelmediğini gören zavallı eski bir Türk forsasıydı. Zaman, metindeki yapıyı tamamlamak amacıyla kullanılan unsurlardan biridir. Anlatıcı ve Bakış Açısı Hikaye 3. kişili anlatıcı tarafından anlatılmıştır. Anlatıcı olayların öncesi ve sonrasını; kahramanların iç dünyalarına kadar bilen ilahi bakış açılı hakim anlatıcıdır. Yazar Hakkında ÖMER SEYFETTİN 1884 – 1920 Edebi Kişiliği Maupassant klasik vak'a öyküsü tarzı olay hikâyeciliğinin bizdeki en büyük ismidir. Hikâyeciliği meslek olarak gören ilk sanatçıdır. Milli Edebiyat akımının öncü kişilerindendir. Ziya Gökalp ve Ali Canip Yöntem'le birlikte Selanik'te 11 Nisan 1911'de Genç Kalemler dergisini çıkarır. Bu dergide yayımladığı "Yeni Lisan" makalesinde dilin sadeleştirilmesi gerektiğini savunan Ömer Seyfettin divan edebiyatı, Tanzimat, Servetifünun ve Fecriati edebiyatı sanatçılarına yer yer ağır eleştirilerde bulunur. Genç Kalemler dergisinde ilk kez Milli Edebiyat kavramına yer verilir. Milliyetçilik, bu dergiyle edebiyatta başlamış olur. Türkçülük akımının kurucularındandır. “Toplum için sanat” anlayışıyla milli değerlere yönelmenin önderliğini yapmıştır. Uzun cümlelerden, söz oyunlarından, yabancı sözcük ve tamlamalardan kaçınmış, konuşma ve yazı dili arasında bir uyum kurmaya çalışmıştır. Realizm akımının etkisi altındadır. Hikâyelerinde milli bilinci uyandırma ve güçlendirme amacı taşımıştır. Mizahtan da yararlanarak toplumdaki aksayan yönleri eleştirmiştir; bu bakımdan hikâyeleri toplumsal hiciv ka­rakteri taşır. Konuşma dilini yazı diline uygulamayı amaçlamıştır. Hikâyeleri teknik açıdan zayıftır, tasvirlere, psikolojik tah­lillere önem vermez, daha çok olayı ön plana çıkarır. Hikayelerinin konularını Milli tarih daha çok Osmanlı tarihi Çocukluk anıları Askerlik anıları ve günlük hayat oluşturur. Kısa cümlelere dayanan okurun dikkat ve heyecanını canlı tutan bir anlatımı vardır. Ömer Seyfettin'in öyküleri çoğunlukla beklenmedik sürpriz bir sonla biter. Hikâyelerinde menkıbe, efsane, destan, halk fıkraları ve tarihten yararlanmıştır. Kitaplaştırmadığı az sayıda şiiri de vardır. Efruz Bey ve Yalnız Efe adlı eserleri “uzun hikâye”, “roman” olarak da değerlendirilmektedir. Yaklaşık 160 hikayesi vardır. ESERLERİ Şiirleri Ömer Seyfettin'in Şiirleri 1972, Fevziye Abdullah Tansel derlemesi Romanları Ashâb-ı Kehfimiz 1918 Efruz Bey 1919 Foya Yarım kalan roman denemesi Sultanlığın Sonu Yarım kalan roman denemesi Yalnız Efe 1919, 1988 ➜İncelemesi için tıklayınız İnceleme Milli Tecrübelerden Çıkarılmış Ameli Siyaset 1912 Yarınki Turan Devleti 1914 Türklük Mefkuresi 1914 Türklük Ülküsü ilk 3 kitap birarada ölümünden sonra, 1975 Ömer Seyfettin'in 5 hikayesinin kısa özeti Sevgili takipçilerimiz, Bu yazımızda Türk edebiyatının ünlü öykü yazarı Ömer Seyfettin'in seçme öykülerinden beşinin konusunu ve kısa özetini bulabilirsiniz... Ömer Seyfettin'in 5 hikayesinin kısa özeti İlk Cinayet Ömer Seyfettin bu hikayesinde dört yaşlarında bir çocuğun bilinçsizce bir hayvanı öldürmesi ve bunun ömür boyu süren pişmanlığını anlatıyor. Ant Çocukların birbirlerinin kanını içerek kan kardeşi olmaları ve kan kardeşlerin kötü gününde kardeşinin yanında olacağına ant içerek yaptıkları fedakarlıkları anlatan enfes bir öykü... Nadan “Nâdanla bilgisiz,kaba,cahil kişi sohbet etmek âkile akıllıya cehennem ateşinden beterdir..” ana düşüncesini anlatan az bilinen ; ama çok eğlenceli bir hikayesi... Bu keyifli hikayeyi mutlaka okumanızı öneririz. Diyet Kimseye minnet etmeyen Koca Ali'nin gözünü kırpmadan diyetini ödemesini anlatan sarsıcı ve ibretlik bir hikaye... Kızıl Elma Neresi Ömer Seyfettin’in milli kimlik üzerine yoğunlaştığı 1917’de yazdığı Kızıl Elma Neresi adlı öyküde ordunun hükümdara mutlak itaati ve devletin ilkelerine bağlılığı vurgulanır... Kaynak Türk Edebiyatı - Dil ve Anlatım, Diksiyon ve Hitabet Dersleri Ünitelendirilmiş Yıllık Ders PlanlarıPublished on Mar 17, 20152014-1015 Eğitim Öğretim Yılı Türk Edebiyatı - Dil ve Anlatım, Diksiyon ve Hitabet Dersleri Ünitelendirilmiş Yıllık Ders Planları Kitapçığıomerfarukgurses Ömer Seyfettin’in en iyi bilinen ve birçok hikâyesini içinde toparladığı hikâye kitabına da ismini veren Yalnız Efe[1], Türk Edebiyat’ı klasikleri arasına girmiştir. Ayrıca Yalnız Efe’[2], Milli Eğitim Bakanlığı’nın ilköğretim öğrencileri için tavsiye ettiği 100 Temel Eser arasında yer alır. Sponsor Bağlantılar Yalnız Efe, Ömer Seyfettin’in haksızlığa karşı direnişi kahramanca anlatan ve okuyuculara hikâyeden dersler çıkartmasını sağlayan bir hikâye olması yönüyle önemli bir Olay Örgüsü Yalnız Efe’, Osmanlı Devleti’nin son yıllarında Kumdere isimli bir köyde yaşamakta olan Kezban, Yörük Hoca ve Eseoğlu isimli kişiler arasında geçen alacak-verecek sonucu gerçekleşen cinayetin sonucunda bir genç kızın dağlara çıkışını hikâye eder. Hikâye iki avcının yolda giderken avcılardan birisinin Kezban’ın hikâyesini anlatmasıyla başlar. Hikâyeyi genel olarak iki bölüme ayırarak inceleyebiliriz. Bu bölümler sebep-sonuç ilişkisi dâhilinde birbirini tamamlar. Birinci bölümde Yörük Hoca’nın, Eseoğlu’nun yakın çevredeki köylerde yaşayan insanları nasıl sömürdüğünü anlattır. Buna karşı yaşından dolayı bir şey yapamadığını sık sık dile getirir Yörük Hoca. İlk kısımda en önemli noktaların başında gelen yer ise köylülerle konuştuğu bölümde kendisinin bir zamanlar Eseoğlu’na borç verdiğini söylediği ve aradan üç yıl geçmesine rağmen Eseoğlu’nun borcunu hala ödemediğini dile getirdiği bölümdür. Hoca, yakında zalim, faizci, halka eziyet eden ve hükümetin desteğini de arkasına aldığı için herkesin korktuğu bu kişiden borcunu almaya gideceğini söyler. Bütün köylüler tedirgin olup Yörük Hoca’ya engel olmaya çalışsa da Yörük Hoca’yı caydıramazlar. Yörük Hoca sabah olunca Kasabaya ineceğini söyler ve dediğini gerçekleştirir. Kasabaya indiğini duyan köylüler ve kızı Kezban merakla ve korkuyla gelecek haberi beklerler. İşte hikâyenin merak unsurun yoğunlaştığı yerlerden birisi budur. İkinci bölümde Eseoğlu ile Yörük Hoca’nın karşılaştığı kısım olduğu gibi anlatılmaz. O anda daha çok köydeki merakla bekleyen Kezban’ın ruh halinden ve köylülerden bahsedilir. Yörük Hoca’ya olanlar daha sonra bir başkası tarafından anlatılır. Alacağı için zalim Eseoğlu’nun yanına giden Yörük Hoca, Eseoğlu’nun emri ile çiftlikte çalışan kâhyasının kardeşi tarafından öldürülür. Hocanın ölüm haberi Kezban’a ulaştırılır fakat kimin yaptığı ve nasıl yaptığı muallâktadır. Eseoğlu cinayeti örtbas etmek istemektedir. Hükümeti de arkasına almış olan Eseoğlu bu konuda fazla endişe duymaz. Cenazeyi almaya gelen Kezban’a çiftlikte çeşitli saygısızlıklar yapılır. Cenazeyi Kezban sabah hayvan pisliklerinin içinden alır. Kezban vuranı bulmaya karalıdır. Bunun için her yere başvurur; fakat hiçbir sonuç alamaz. Eseoğlu’nun çobanlarına da hep babasının nasıl vurulduğunu sorar. Sonunda saf bir çobandan babasını kimin vurduğunu öğrenir. Tüm bu olanlara içerleyen Kezban öfkesiyle ve babasından kalan intikam duygularıyla silah kuşanır ve dağlara çıkar. Kezban babasının öcünü alacağını herkese duyurur ve neler olacağını tüm köylüler merakla bekler. Hikâyede merak unsurunun yoğunlaştığı bir diğer nokta ise burasıdır. Kezban çiftliği basar, dediğini yapar ve babasının öcünü alır. Bundan sonraki tek hedefi ise köylüyü soyan, masum insanlara eziyet eden zalimlere karşı mücadele etmek olur. Hikâyenin sonu ise doğaüstü bir olayla biter. Askerle çatışmaya girmek istemeyen Yalnız Efe nur olup kaybolur. Doğaüstü bu olayla Ömer Seyfettin, kahramansı özellikler taşıyan hikâyesine mistik bir hava da katmış olur. B. Kişiler Hikâye genel olarak Kezban yani Yalnız Efe üzerine kurgulanmıştır. Olay örgüsünün şekillenmesinde Kezban, Yörük Hoca ve Eseoğlu rol oynar. Hasım olan kişi Eseoğlu; yönlendirici ise Yörük Hoca’dır. Saydığımız üç şahıs dışındaki kişi kadrosu ayrıntılı olarak kişilik yapılarıyla karşımıza çıkmazlar. Hasım güç olarak nitelendirdiğimiz Eseoğlu hikâyenin başlangıcında özetlenen tipik özellikleri bir vaka içerisinde çok ayrıntılı olarak geçmemesi bu tipin yansıtılması hususunda kısmen de olsa zayıf kalır. Çünkü başta sadece zalim, faizci vs.. birisi olduğundan bahsedilir. Kezban Hikâyenin başkişisi olan Kezban daha sonraları dağa çıkarak Yalnız Efe’ ismiyle halk içerisinde anılır. Başlangıçta çok güzel bir köylü kızı olarak tanıtılan Kezban, babasının tek mirasıdır. Kız olmasına rağmen çok kuvvetli, cesur ve merttir. Erkek gibi duruşu vardır ve evlenmemiştir. Köylülerin ısrarına rağmen evlenme taraftarı değildir ve evlenmez de. Babasının öldürülmesinin ardından sorumluları arar. Eseoğlu’nun aptal çobanlarından birinden asıl katili ve kimin yaptığımı öğrenir. Eseoğlu’ndan korkan köylüler ona karşı cephe almak istemezler. Kezban her türlü resmi yolu denese de sonuç çıkmaz. Bunun üzerine Kezban kararını verip dağlara çıkar. İntikam duygularıyla dağlara çıkıp silah kuşanan yiğit kız öcünü alır. Bundan sonra kendisini zalimlere karşı halkı koruyan biri olmaya adar. Bunun üzerine halk ona Yalnız Efe ismini verir. Kız olduğu için hiçbir erkeğe kendini göstermemesi dikkat çeken bir başka noktadır. Her ne kadar hükümet adamı olarak tanınan Eseoğlu’na karşı mücadele eden Kezban, Hükümete karşı değildir. Eseoğlu hükümeti de emniyeti elinde bulundurduğunu ve bölgenin asayişini sağladığını söylemesiyle yanına çeker ve göz boyar. Dolayısıyla Kezban hükümete hizmet eden askere karşı değildir. Onun sıkıntısı sadece Eseoğlu gibi zalimlerdir. Hikâyenin sonunda da askerlerin kendisine teslim olmasını söylediğinden onlarla çatışmaya girmek istemediğini söyler Kezban. Askerler isteklerinde ısrar edince Kezban orada nur olup kaybolur. Bu yönüyle Kezban’a diğer adıyla Yalnız Efe’ye mistik ve dini bir şahsiyet de yüklenmiştir. Eseoğlu Eseoğlu; imansız, dinsiz, merhametsiz bir faizcidir. İnsanları borç altına alarak onları dilediği gibi sömüren ve hükümeti de sözde bölgenin güvenliğini sağladığı için arkasına alan Eseoğlu hikâyenin ilerleyen bölümlerinde Yörük Efe’nin cinayetini işlettiren kişi olarak da karşımıza çıkar. Hikâyedeki kötü kişiyi temsil eden Eseoğlu, hikâye boyunca direk olarak konuşturulmaz. Her zaman bir başka ağızdan yaptıkları anlatılır. Hikâye sonunda Eseoğlu, Kezban tarafından öldürülür. Yörük Hoca Hikâyenin şekillenmesinde ve olay örgüsünde neden-sonuç ilişkisinin kurulmasında etkili olan kişidir. Köydeki saygı duyulan bilgili birisidir. Birçok savaşa katılmış olması da ona ayrı bir misyon yükler. Kezban’ın babası olduğu için, o öldürüldükten sonra Kezban, Yörük Efe’nin intikamını almak için dağlara çıkar. Hep haksızlığa karşı koyan ve halkı da bu doğrultuda öğütleyen Yörük Efe, Eseoğlu’nun emriyle kâhyası tarafından öldürülür. C. Zaman İlk olarak zaman iki avcının sohbetinden açılıp birinin diğerine Yalnız Efe’nin hikâyesini anlatmasıyla başlar. Bu noktadan sonra hikâye başlar ve geçmişe yönelik bir hikâye ortaya çıkar. Hikâye içindeki zamanı şu şekilde inceleyebiliriz Yalnız Efe’de tarihi olarak zaman hikâye içerisinde verilen ipuçlarıyla tahmin edilebilir. Osmanlı Devleti’nin son zamanları diyebileceğimiz bir dönemde geçen zamandan bahsedilmektedir. Bunu hikâye içerisindeki ülkenin içerisindeki sosyal karmaşadan, emniyetsiz ortamdan anlayabiliriz. Hikâyenin ferdî zamanı kısa bir süre içerisinde gerçekleşir. Her ne kadar Kezban’ın dağlara çıkmasından sonraki süre net bir şekilde verilmediyse de olayların geçtiği süre çok kısa tutulur. Bunu hikâyedeki olayların gerçekleştiği zamandan görebiliriz. Köylüleri evinde toplayan Yörük Hoca, yarına Eseoğlu’ndan alacağı için yanına gideceğini söyler. Diğer gün gider ve orada öldürülür. Kezban haberi alır almaz Eseoğlu’nun çiftliğine gider, cenazeyi alır, hakkını arar fakat sonuç alamaz ve dağlara çıkıp intikamını alır.’ İşte bu kısa sürede gerçekleşen olaylar zaman kavramının hikâyede kısa tutulmasına sebep olmuştur. Hikâyenin sonunda avcılara dönülünce tekrar gerçek zamana dönülmüş olur. Temelde zaman, hikâyenin bir avcıya başka bir avcıya hikâye edilmesi kadardır. D. Mekân Hikâyedeki geniş zaman avcıların birbirlerine hikâyeyi anlatması kadardır; ancak anlatılan hikâye içerisindeki geniş zaman ise Kezban’ın yaşadığı köy ile Eseoğlu’nun kaldığı kasabadır. Olaylar bu iki mekân arasında sık olarak yaşanmıştır. Daha sonraları Kezban’ın dağlara çıkmasıyla mekân kavramında genişleme olmuştur. Tasvirlerde fazla ayrıntıya girmeyen Ömer Seyfettin bu noktada kısmen de olsa mekânların tanıtılmasında yetersiz kalmıştır. Zaten Ömer Seyfettin, genel anlamda hikâyelerinde ayrıntılı tasvirlere yer vermez. Bunun yerine olaylara yoğunlaşır. Hikâyede en fazla tasvirde bulunulan yer ise Yörük Hoca’nın köylüleri misafir ettiği gece evin içerisindeki insanları ve eşyaları tasvir ettiği bölümdür. E. Bakış Açısı ve Anlatıcı Hikâyenin anlatıcısını incelerken değinmemiz gereken en önemli nokta hikâye içinde hikâye olmasıdır. Ana hikâye iki avcının ava çıkmasıdır. İki avcının yoldaki sohbetleri direkt kahramanların ağzından ben diliyle verilmiştir. Çerçeve hikâye ise avcılardan birinin diğerine Yalnız Efe’nin hikâyesini anlatmasıdır. Avcı hikâyesini anlatmaya başlarken her şeyi daha önceden bildiği için geçmişe ve geleceğe hâkim bakış açısına sahip bir anlatıcıdır. Bu noktada tanrısal ilâhi bakış açısı olduğunu görüyoruz. Anlatıcı hikâyede olayları direkt olduğu gibi aktarmıştır. Nadirde olsa olaylara kişisel görüşünü belirtse de genel olarak olaylara müdahale etmemiştir. Kendi düşüncelerinden ziyade Kezban’ın ve diğer kişilerin duygularını iç çözümleme yöntemiyle dile getirmiştir. Örneğin Kezban’ın babasının öldürülmesinden sonra Eseoğlu’na duymuş olduğu nefret duygusunu veya hakkını arayıp adaletin yerini bulacağına inancı bu yöntemle dile getirilmiştir. Hikâyede çoğul bakış açısı olduğunu da görmekteyiz. Ömer Seyfettin’in hikâyelerinin birçoğunda kullandığı bu bakış açısını Yalnız Efe’de de görüyoruz. Örneğin hikâyeyi önce ilahi bakış açısıyla anlatır, ardından hikâyenin başkişisinin ağzından anlatır. En sonda ise tekrar ilâhi bakış açısına döner. Hikâyeyi anlatım tutumu açısından değerlendirdiğimizde yaşanılan bir haksızlığa karşı çıkışla karşılaşırız. Hikâyenin tezi, Haksızlıklara ve zorbalıklara karşı çıkılırken yapılan fedakârlıkların sonucunun her zaman ödüllendirileceğidir’.Bu durum hikâyenin daha çok toplumsal meseleleri ele alan bir yapıda olduğunu göstermektedir. Yapılan fedakârlıkları iki boyutta ele almak gerekir. Birincisi, babasının öldüren zalimlere karşı koyarak ezilen halkı bu zorbalıklardan ve zalimlerden kurtarmaktır. İkincisi ise dağlara çıkararak yaşadığı çevredeki insanlar için bu insanlardan daha zor şartlarda yaşamasıdır. F. Sonuç Yalnız Efe’, genelde bir cinayetten sonraki öç alma hikâyesi gibi görülmekle beraber, özelde haksızlıklara ve zulme karşı çıkışın hikâyesidir. DİPNOTLAR [1] İncelememizde hikâyenin Kevser Topkar Terzioğlu tarafından yayına hazırlanan Ömer Seyfettin – Yalnız Efe adlı kitapta yer alan metni kullanılmıştır.[2] Yalnız Efe kitabı içindeki hikâyeler şunlardır Yalnız Efe, Vire, Üç Nasihat, Eleğimsağma, Ferman, Kurbağa Duası, Diyet, Topuz, Rüşvet [Kevser Topkar Terzioğlu, Yalnız Efe, Fide yayınları, İstanbul 2007, s. 96]. MUSA TILFARLIOĞLU tarafından “Makale Yarışması” için yazılmıştır…

ömer seyfettinin 5 hikayesinin yapı tema dil ve anlatım unsurları